Haz 14, 2021
1091 Views

İnançlı İşlem ve İyi niyet 1-2610

Written by

İnanç sözleşmesi, inananla inanılan arasında yapılan, onların hak ve borçlarını belirleyen, inançlı muamelenin sona erme sebeplerini ve devredilen hakkın, inanılan tarafından inanana geri verme ( iade ) şartlarını içeren borçlandırıcı bir muameledir. Bu sözleşme, taraflarının hak ve borçlarını kapsayan bağımsız bir akit olup, alacak ve mülkiyetin naklinin hukuki sebebini teşkil eder.

İnançlı işlemin taraflarını, inanan ve inanılan oluşturur. Bir hakkı ya da nesneyi, güvendiği bir kişiye inançlı olarak devreden kimseye “inanan” adı verilir. Devredilen hak veya nesneyi, kendisine ait bir hak olarak kendi yararına, doğrudan doğruya ve dolaylı olarak kullanan kişiye de “inanılan” denir. İnananın, inanılana inançlı olarak kazandırdığı hak ya da nesne ise “inanç konusu şey” olarak nitelenir. İnançlı bir işlemde, kazandırıcı işlemin tarafları ile borç doğuran anlaşmanın tarafları aynıdır.

İnançlı bir işlem ile inanan, sahibi bulunduğu bir mülkiyet veya alacak hakkını inanılana kazandırıcı bir işlemle devretmekte ancak borçlandırıcı bir sözleşme ile de onu bazı yükümlülükler altına sokmaktadır.

İnançlı işlemde inanılan, hakkını kullanırken kararlaştırılan koşullara uymayı, amaç gerçekleşince veya süre dolunca hak veya nesneyi tekrar inanana ( veya onun gösterdiği üçüncü kişiye ) devretmeyi yüklenmektedir. İnançlı işlem, kazandırmayı yapan kişiye yani inanana belirli şartlar gerçekleşince, kazandırmanın iadesini isteme hakkı sağlayan bir sözleşmedir. Bu yükümlülüğün yerine getirilmemesi hâlinde bunun dava yoluyla hükmen yerine getirilmesi istenebilir.

Taraflar böyle bir sözleşme ve buna bağlı işlemle genellikle, teminat teşkil etmek veya idare olunmak üzere mal varlığına dahil bir şey veya hakkı, aynı amacı güden olağan hukuki muamelelerden daha güçlü bir hukuki durum yaratarak, inanılana inançlı olarak kazandırmak için başvururlar.

Diğer bir anlatımla, bu işlemle borçlu, alacaklısına malını rehin edecek, yani yalnızca sınırlı ayni bir hak tanıyacak yerde, malının mülkiyetini geçirerek rehin hakkından daha güçlü, daha ileri giden bir hak tanır.

İnanç sözleşmeleri, tarafların karşılıklı iradelerine uygun bulunduğu için onlara karşılıklı borç yükleyen ve alacak hakkı veren geçerli sözleşmelerdir. Anılan sözleşmelerde, taraflar, sözleşmenin kendilerine yüklediği hak ve borçları belirlerken, inançlı işlemin sona erme sebeplerini; devredilen hakkın inanılan tarafından inanana iade şartlarını, bu arada tabii ki süresini de belirleyebilirler. Bunun dışında, akde aykırı davranışın yaptırımına da sözleşmelerinde yer verebilirler.

İnanç sözleşmelerinin tarafları arasında, onların gerçek iradelerini ve akitten amaçladıklarını yansıtması bakımından geçerli olduğu; taraflarına Borçlar Kanunu çerçevesinde nispi haklarını talep etme olanağını verdiği tartışmasızdır.


YARGITAY HUKUK GENEL KURULU E. 2017/1-2610 K. 2019/12  T. 17.1.2019

İnanç sözleşmesi, inananla inanılan arasında yapılan, onların hak ve borçlarını belirleyen, inançlı muamelenin sona erme sebeplerini ve devredilen hakkın, inanılan tarafından inanana geri verme ( iade ) şartlarını içeren borçlandırıcı bir muameledir. Bu sözleşme, taraflarının hak ve borçlarını kapsayan bağımsız bir akit olup, alacak ve mülkiyetin naklinin hukuki sebebini teşkil eder.

İnançlı işlemin taraflarını, inanan ve inanılan oluşturur. Bir hakkı ya da nesneyi, güvendiği bir kişiye inançlı olarak devreden kimseye “inanan” adı verilir. Devredilen hak veya nesneyi, kendisine ait bir hak olarak kendi yararına, doğrudan doğruya ve dolaylı olarak kullanan kişiye de “inanılan” denir. İnananın, inanılana inançlı olarak kazandırdığı hak ya da nesne ise “inanç konusu şey” olarak nitelenir. İnançlı bir işlemde, kazandırıcı işlemin tarafları ile borç doğuran anlaşmanın tarafları aynıdır.

İnançlı bir işlem ile inanan, sahibi bulunduğu bir mülkiyet veya alacak hakkını inanılana kazandırıcı bir işlemle devretmekte ancak borçlandırıcı bir sözleşme ile de onu bazı yükümlülükler altına sokmaktadır.

İnançlı işlemde inanılan, hakkını kullanırken kararlaştırılan koşullara uymayı, amaç gerçekleşince veya süre dolunca hak veya nesneyi tekrar inanana ( veya onun gösterdiği üçüncü kişiye ) devretmeyi yüklenmektedir. İnançlı işlem, kazandırmayı yapan kişiye yani inanana belirli şartlar gerçekleşince, kazandırmanın iadesini isteme hakkı sağlayan bir sözleşmedir. Bu yükümlülüğün yerine getirilmemesi hâlinde bunun dava yoluyla hükmen yerine getirilmesi istenebilir.

Taraflar böyle bir sözleşme ve buna bağlı işlemle genellikle, teminat teşkil etmek veya idare olunmak üzere mal varlığına dahil bir şey veya hakkı, aynı amacı güden olağan hukuki muamelelerden daha güçlü bir hukuki durum yaratarak, inanılana inançlı olarak kazandırmak için başvururlar.

Diğer bir anlatımla, bu işlemle borçlu, alacaklısına malını rehin edecek, yani yalnızca sınırlı ayni bir hak tanıyacak yerde, malının mülkiyetini geçirerek rehin hakkından daha güçlü, daha ileri giden bir hak tanır.

İnanç sözleşmeleri, tarafların karşılıklı iradelerine uygun bulunduğu için onlara karşılıklı borç yükleyen ve alacak hakkı veren geçerli sözleşmelerdir. Anılan sözleşmelerde, taraflar, sözleşmenin kendilerine yüklediği hak ve borçları belirlerken, inançlı işlemin sona erme sebeplerini; devredilen hakkın inanılan tarafından inanana iade şartlarını, bu arada tabii ki süresini de belirleyebilirler. Bunun dışında, akde aykırı davranışın yaptırımına da sözleşmelerinde yer verebilirler.

İnanç sözleşmelerinin tarafları arasında, onların gerçek iradelerini ve akitten amaçladıklarını yansıtması bakımından geçerli olduğu; taraflarına Borçlar Kanunu çerçevesinde nispi haklarını talep etme olanağını verdiği tartışmasızdır.

Burada üzerinde durulması gereken husus, taşınmaz mallar yada şekle bağlı akitlerde, inanç sözleşmelerinin ne gibi hukuki sonuç doğuracağıdır. Diğer bir anlatımla, sözleşmede öngörülen koşulların gerçekleşmesi hâlinde, taşınmaz mülkiyetinin naklinin sebebini oluşturup oluşturmayacağıdır.

Uygulamada mesele 05.02.1947 tarihli ve 20/6 Sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı ile ilişkilendirilip, bu karar dayanak yapılmak suretiyle çözüme gidilmektedir.

Söz konusu kararda; eski hukuka göre mümkün ve geçerli olan muvazaa ve nam-ı müstear iddialarının, Medeni Kanunun yürürlüğünden sonra taşınmaz mallar hakkında dinlenip dinlenemeyeceği tartışılmıştır.

Anılan kararda; çeşitli sebep ve amaçlarla bir taşınmaz kaydına gerçek malik yerine başka bir nam ve bir sözleşmede akitlerden biri yerine üçüncü bir şahsın gösterilmesinin mümkün olduğu, bu gibi hallerde vekilin kendi namına ve müvekkili hesabına yaptığı tasarruflarda olduğu gibi hukuki bir durum veya herhangi bir maksatla üçüncü şahıslardan gerçeği gizleme gayesi güdülebileceği, “kötü niyetli ve haksız gizlemeler” dışında, belirtilen olasılıklara göre açılacak bir davanın, gerçekten, ya mevcut bir hakka dayanarak bir el değiştirme veya bir hakkın korunması niteliğini taşıyacağı; bu durumun da, temsil ve vekalet ilişkisinde, mülkiyette halefiyet esası olarak kabul edilmiş bir husus olup, halefiyeti düzeltme amacıyla öncelikle mülkiyetin vekile aidiyeti düşünülse bile, temsil hükümlerine aykırı olduğundan bunun korunması ve devamına hükmolunamayacağı, zira Borçlar Kanununun “müvekkil vekiline karşı muhtelif borçlarını ifa edince vekilin kendi namına ve müvekkili hesabına üçüncü şahıstaki alacağı müvekkilin olur” hükmünün bu düşünceyi doğruladığı, öte yandan gerek taşınır, gerek taşınmaz mallara ilişkin olsun nam-ı müstear hadiselerinde, meselenin bir istihkak ve mülkiyet davası niteliğini geçemeyeceğinden, ne resmî senet, ne de şekil meselesinin bahse konu olamayacağı, meselenin akitte ve isimde muvazaayı kapsamına alan Borçlar Kanununun 18. maddesi kapsamında düşünülmesinin kanunun amacına uygun düşeceğine değinildikten sonra sonuçta, nam-ı müstear davalarının dinlenebilir ve yazılı delil ile ispatının mümkün olduğuna, hükmolunmuştur.

İçtihadı birleştirme kararlarının konularıyla sınırlı, sonuçlarıyla bağlayıcı bulunduğu tartışmasızdır. Belirtilen içtihadı birleştirme kararında da değinildiği üzere; inanç sözleşmeleri bir yandan mülkiyeti nakil borcu doğurması bakımından tarafları bağlayıcı, diğer yandan, mülkiyetin naklinin sebebini teşkil etmesi açısından tasarruf işlemlerini bünyesinde barındıran sözleşmelerdir. Bu durumda koşulların oluşması hâlinde taşınmaz mülkiyetini nakil özelliğini taşıdığı kabul edilmelidir.

Nitekim, Hukuk Genel Kurulunun 18.11.2009 tarih ve 2009/1-443 E., 2009/539 K.; Hukuk Genel Kurulunun 01.02.2012 tarih ve 2011/14-688 E., 2012/34 K. sayılı kararlarında da aynı ilkeler benimsenmiştir.

İspat kuralları açısından bakıldığında ise inançlı işlem nedeniyle iade, tazminat veya sözleşmenin feshini isteyen tarafın 4721 Sayılı Türk Medeni Kanununun 6. ve 6100 Sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanununun ( HMK ) 190/1. maddesi uyarınca iddiasını ispat etmesi gerektiği kuşkusuzdur.

İnançlı işlemi doğrudan düzenleyen bir kanun hükmü bulunmadığından, ispatı hakkında da kanunlarımızda bir hüküm yer almış değildir. İnançlı işlemin ana unsurları, inanç sözleşmesi ve kazandırıcı işlem ( hakkın devri işlemi ) nasıl özel bir şekle bağlı değilse, inançlı işlemin ispatında da, kural olarak özel bir biçim koşulunun aranmaması, inançlı işlemin ispatında genel hükümlerin uygulanması gerekir ( Özkaya, E.; İnançlı İşlem ve Muvazaa Davaları, 6. Baskı, sayfa 61 ).

Diğer taraftan, Hukuk Genel Kurulunun 14.07.2010 tarih ve 2010/14-394 E., 2010/395 K. sayılı kararında da vurgulandığı üzere, inanç sözleşmesinin yazılı olması koşulu bir geçerlilik şartı olmayıp ispat şartıdır. İnançlı işlemin yazılı delilini inanç sözleşmesi oluşturmaktadır. Kazandırıcı işlem resmî şekilde yapılsa dahi inanç sözleşmesinin resmî şekilde yapılması gerekli olmayıp sadece yazılı yapılması zorunlu ve yeterlidir. Nitekim bu husus yukarıda etraflıca açıklandığı üzere 05.02.1947 tarih ve 20/6 Sayılı İçtihatları Birleştirme Kararında da belirtilmiştir.

Öteki deyişle, tapulu taşınmazın inançlı işlemle temlikinde, inançlı işlemin yazılı biçimde yapılması gerekli ve yeterli olup yazılı şeklin bir ispat koşulu olduğu 05.02.1947 tarih, 20/6 Sayılı İnançları Birleştirme Kararının gereğidir.

Uygulamada, açıklanan nitelikte bir yazılı delil bulunmasa bile yanlar arasındaki uyuşmazlığın tümünü kanıtlamaya yeterli sayılmamakla beraber bunun vukuuna delalet edecek karşı taraf elinden çıkmış yazılı delil başlangıcı ( HUMK. m. 292 ) niteliğinde bir belge varsa, inanç sözleşmesinin “tanık” dahil her türlü delil ile kanıtlanabileceği kabul edilmiştir ( Hukuk Genel Kurulu, 28.12.2005 tarih ve 2005/14-677 E., 2005/774 K ).

Tüm bu açıklamalar kapsamında somut olaya gelindiğinde; davacı taraf, çekişme konusu taşınmazlar hakkında davalıların murisi ile inanç sözleşmesine dayalı olarak taşınmaz satış vaadi sözleşmesi yapıldığını, akabinde de yine inanç sözleşmesi uyarınca açılan ferağa icbar davası sonucunda taşınmazların miras bırakan adına tesciline karar verildiğini ileri sürerek eldeki davayı açmış, dolayısıyla hem taşınmaz satış vaadi sözleşmesinin hem de ferağa icbar davasının temelinde inanç sözleşmesinin bulunduğu iddiasına dayanmıştır. Davacı şirket bu iddiasının ispatı için de 04.07.1992 tarihli ve “yapılacak gayrimenkul alım-satım vaadi ön anlaşması” başlıklı sözleşmeyi dosyaya sunmuştur.

Dayanılan sözleşme incelendiğinde; davacı şirkete ait olan 38 ve 39 parsel sayılı taşınmazların acilen başka bir şahsa satış vaadi yapılması gerektiğinden, bu satış vaadinin güvenilir ve dost bir şahsiyet olan …..’a yapılmasına, ileride gerektiğinde tapuda kati devirlerinin sağlanması mümkün olmak ve fakat her iki hâlde şirket istediğinde alım-satım anlaşmasının feshi veya tapularının ….. tarafından şirkete devir ve iadesi taahhüt edilmek koşuluyla inanca dayalı şekilde anlaşıldığı belirtilerek, bundan dolayı yapılacak satış vaadi sözleşmesinde yer alacak bedelin ne ….. tarafından ödenmiş olacağı ne de şirket tarafından tahsil edilmiş olacağının kararlaştırıldığı, sözleşmenin üçüncü maddesinde de …..’ın kendisine tamamen inanılarak şirket tarafından emaneten yapılacak işlemlerle ilgili olarak hiç bir hak ve tapulu mülkün sahipliğinde bulunmayacağı, taşınmazların her türlü tasarruf ve işletmesiyle, gelir ve vergilerinin şirkete ait olacağı, …..’ın bu işlemlerden dolayı bir zarar ve ziyanı olur ise şirket tarafından karşılanacağının hüküm altına alındığı görülmektedir.

Hemen belirtmek gerekir ki, yukarıda içeriği açıklanan bu sözleşmenin tüm unsurları ile bir inanç sözleşmesi niteliğinde bulunduğu açıktır. Ne var ki, 04.07.1992 tarihli sözleşme davacı şirket vekili ile davalıların murisi ….. vekili … arasında düzenlenmiş, davalılar tarafından ise vekil sıfatıyla sözleşmede imzası bulunan …’ın, sözleşme tarihinde muris …..’ı temsil yetkisinin bulunmadığı ileri sürülmüştür.

Gerçekten de bir hukuki işlem, ilke olarak o işlemi yapan kişi hakkında hüküm ve sonuç doğurur. Ancak, bazı durumlarda oluşan hukuki ve maddi engeller kişilerin kendi hukuki işlemlerini bizzat yapmalarına imkân vermeyebilir. İşte bu gibi hâllerde, hukuk düzeni başka bir kimsenin temsil yoluyla hukuki işlem yapmasına izin vermektedir. Bu durum irade özerkliğinin de bir sonucu olup, iradi temsilde temsil olunan kendi arzu ve iradesiyle temsilciye temsil yetkisi vermekte ve temsilci de bu yetkiye dayanarak hukuki işlemi yapmaktadır.

Nitekim, inanç sözleşmesinin yapıldığı 04.07.1992 tarihinde yürürlükte bulunan 818 Sayılı Borçlar Kanununun 32 ilâ 40. maddeleri arasında umumiyet itibariyle “Temsilin Hükümleri” düzenlenmiş ve 32. maddenin birinci fıkrasında “Salahiyettar bir mümessil tarafından diğer bir kimse namına yapılan akdin alacak ve borçları, o kimseye intikal eder.” denilmiştir.

Bir kimsenin, hüküm ve sonuçları başka bir kişinin hukuk alanında doğmak üzere o kişinin ad ve hesabına hukuki işlem yapma yetkisine temsil denir ( Eren, F.; Borçlar Hukuk Genel Hükümler, 22. Baskı, Ankara 2017, s. 444 ).

Temsil, yalnız sözleşmelerde değil, tek taraflı hukuki işlemlerde de uygulama alanı bulabilir. Aynı şekilde hem borç sözleşmelerinde hem de aynî sözleşmelerde temsile başvurulabilir ( …e, s.445 ).

Temsil hâlinde işlem temsilci tarafından temsil olunanın nam ve hesabına yapıldığından hukuki işlemin tarafı, doğrudan doğruya temsil olunandır. Temsilci hukuki işlemi temsil olunanı hiç söylemeden kendi adına yaptıktan sonra bu işlemden doğan hak ve borçları temsil olunana nakledebileceği gibi ( dolaylı temsil ), hukuki işlemi yaparken bu işlemi doğrudan temsil olunan nam ve hesabına da ( doğrudan temsil ) yapabilir.

Temsilin söz konusu olabilmesi için temsilcinin hukuki işlemi/muameleyi temsil olunan adına yapması, bunu diğer tarafa bildirmesi, temsilcinin temsil yetkisinin bulunması veya temsil olunanın sonradan yapılan hukuki işleme icazet vermesi gereklidir.

Bu noktada, mümessil tarafından yapılan hukuki işlemden doğan hak ve borçların temsil edilene ait olabilmesi için gerekli en önemli unsur; mümessilin, temsil edilen adına hukuki işlem yapmaya yetkili olmasıdır. Temsil yetkisi, temsil olunanın temsilciye, kendisini üçüncü kişiler nezdinde temsile yetkili olduğunu bildiren bir irade beyanıdır. Temsil ilişkisinin meydana gelmesi için yetki beyanının temsilcinin hakimiyet alanına ulaşması yeterlidir.

Doğrudan doğruya temsilin söz konusu olabilmesi için gerekli olan temsil yetkisinin olmaması hâlinde, temsil olunanın sonradan icazet vermesi bu noksanlığı tamamlar. Ve bu icazetle temsilci ile temsil olunan arasındaki temsil ilişkisi ispatlanmış olur. Temsil yetkisinin olmaması ve temsil olunanın icazet vermemesi hâlinde hukuki muamele kesin olarak hükümsüzdür. Temsil olunan ve temsilci, hukuki işlem ile bağlı değillerse de yetkisiz temsil ile işlem yapan temsilcinin üçüncü kişinin zararını karşılamak ile yükümlü olduğu açıktır ( HGK’nın 22.09.2010 tarih ve 2010/13-414 E., 2010/412 K. ).

Bu husus BK’nın 38. maddesinde; “Bir kimse salahiyeti olmadığı hâlde diğer bir şahıs namına bir akit yaptığı takdirde, bu şahıs bu akde icazet vermedikçe alacaklı veya borçlu olmaz. Diğer tarafın, temsil edilenin münasip bir müddet içinde o akde icazet verip vermeyeceğini beyan etmesini talebe hakkı vardır. Bu müddet zarfında icazet verilmediği halde, o kimse mülzem olmaz.” şeklinde ifade edilmiştir.

Görüleceği üzere temsil olunan, yetkisiz temsilcinin yaptığı sözleşmeye icazet verebilir. İcazet tek taraflı bir irade beyanı niteliğinde olup, BK’nın 39. maddesindeki açık düzenleme uyarınca icazetin sarahaten veya zımnen ( açık veya örtülü şekilde ) bildirilmesi mümkündür.

Temsil yetkisi verilmesi ile vekâlet akdi yapılması birbirine karıştırılmamalıdır. Gerçekten çok kere temsil yetkisi ile vekâlet akdi aynı zamanda bir arada bulunursa da ( BK. m.388/f.2 ) bunda bir zorunluluk yoktur. Vekâlet akdi dışında bir temsil yetkisi söz konusu olabileceği gibi temsil yetkisi verilmeden de bir vekâlet akdi mevcut olabilir. Vekâlet akdi yapmakla temsil yetkisi vermek birbirinden farklı şeylerdir. Bu farklılıklardan bir kısmı ifade edilecek olursa; vekâlet bir akittir ve iki tarafın irade beyanı ( icap ve kabul ) ile meydana gelir. Temsil yetkisi ise sadece temsil yetkisi verenin tek taraflı beyanı ile verilir. Yine, vekâlet akdi işi görecek vekil ile işi görülecek müvekkil arasında iç ilişkiyi ilgilendirir; temsil yetkisi ise üçüncü şahıslarla ilişkiye girilmesini, dış ilişkiyi ilgilendirir ( HGK’nın 22.09.2010 tarih ve 2010/13-414 E., 2010/412 K. ). Diğer bir anlatımla, temsil olunan temsilciye tek yanlı bir irade açıklaması ile temsil yetkisi verebileceği gibi bu yetki aralarındaki bir vekâlet sözleşmesine de dayanabilir,

Bu açıdan somut olaya dönüldüğünde; 04.07.1992 tarihli sözleşmenin ikinci maddesinde, “Ayrıca, ….. peşinen her ihtimale karşı ve sair bütün konularda geçerli olmak üzere, şirketin belirlemiş olduğu …’a düzenleme şeklinde vekâletname vermiştir ve yapacağı bütün işlemlerden dolayı, ….. kendisinden hiç bir talepte bulunmayacaktır.” şeklinde bir hüküm bulunmakta ise de davacı şirket tarafından, muris …..’ın inanç sözleşmesinin yapıldığı tarihten önce veya sözleşme tarihinde …’ı vekil tayin ettiğine dair herhangi bir vekâletname dosyaya sunulmamıştır. Ancak, inanç sözleşmesi yapıldıktan sonra muris ….. tarafından Kadıköy 2. Noterliğince düzenlenen 30.11.1992 tarih ve 54036 yevmiye numaralı vekâletname ile … vekil olarak tayin edilmiş ve kendisine satış vaadi sözleşmesi yaparak imzalamaya, sözleşme koşullarını ve cezai şartlarını dilediği şekilde belirlemeye, gerektiğinde sözleşmeyi feshe; yine İstanbul hudutları dahilinde adına kayıtlı bulunan tüm taşınmaz malları dilediği kişilere dilediği bedel ve koşullarda satmaya, dilediği kişilerden dilediği bedel ve koşullarda taşınmaz mal satın almaya ilişkin yetkiler de dahil olmak üzere her türlü iş ve işlemlerini yapmak üzere çok geniş yetkiler verilmiş, adı geçen vekil tarafından da dava konusu taşınmazlar hakkındaki İstanbul 16. Noterliğince düzenlenen 07.12.1992 tarih ve 41292 yevmiye numaralı satış vaadi sözleşmesi yapılmıştır.

Hukuk Genel Kurulundaki görüşmeler sırasında sadece vekâlet değil temsil ilişkisi de irdelenmiştir. Az yukarıda vekâlet ile temsil ilişkisine ilişkin açıklamalarda yer aldığı üzere bir kişinin vekâlet sözleşmesi olmadan da temsilci olarak hareket edebilmesi olanaklıdır. İnanç sözleşmesinin imzalandığı tarihte ….. tarafından verilmiş bir vekâletname bulunmamakta ise de sonradan verilen vekâletname ile çok geniş yetkiler tanınmış ve 04.07.1992 tarihli inanç sözleşmesinde yapılacağı açık bir şekilde kararlaştırılan satış vaadi sözleşmesi bu vekâletname uyarınca vekil sıfatıyla hareket eden … tarafından yapılmıştır. Diğer bir ifade ile temsilci tarafından yapılan önceki tarihli inanç sözleşmesinde davacı şirkete ait 38 ve 39 parsel sayılı taşınmazlar için satış vaadi sözleşmesi yapılacağı kararlaştırılmış ve devamında da ….. tarafından bu anlaşmaya uygun şekilde işlem yapılmıştır. Yukarıda değinildiği gibi temsil olunan yetkisiz temsilcinin yaptığı sözleşmeye icazet verebilir; icazet verdiği takdirde de temsilcinin yapmış olduğu hukuki işlem temsil olunanı bağlar. Yine bu icazet açık olabileceği gibi örtülü de olabilir. Bu nedenle, temsilcinin yaptığı inanç sözleşmesindeki koşullara uygun davranan ve sonraki hukuki işlemlerini bu doğrultuda gerçekleştiren …..’ın inanç sözleşmesine icazet verdiği oldukça açıktır.

Diğer taraftan, muris …..’ın vefat ettiği tarihe kadar ki tutum ve davranışları da inanç sözleşmesinde kararlaştırılan ortak iradelere tamamen uygundur. Keza, inanç sözleşmesinde kendisine inanılarak şirket tarafından emaneten yapılacak işlemlerle ilgili olarak …..’ın hiç bir hak ve mülkiyetin sahipliği talebinde bulunmayacağı, taşınmazların her türlü tasarruf ve işletmesiyle, gelir ve vergilerinin şirkete ait olacağı kararlaştırılmış ve gerçekten de …..’ın vefat ettiği 16.10.2009 tarihine kadar her iki taşınmaz da davacı şirketin tasarrufunda bulunmuştur. Şirket tarafından kiraya verilerek gelirleri tahsil edildiği gibi vergileri de davacı şirket tarafından ödenmiştir. Üzerindeki binanın tadilatı ve imar durumuyla ilgili tüm hukuki işlemler davacı şirket tarafından yapılmıştır. İstanbul 5. Asliye Hukuk Mahkemesi’nin 1993/29 E., 1993/182 K. sayılı dosya içeriğinden taşınmazların 06.05.1993 tarihli kararla ….. adına tesciline karar verilmesine karşın, lehine sonuçlanan kararın kesinleştirilmesi için de herhangi bir işlem yapmadığı, kararın aradan altı yıl geçtikten sonra şirket vekilinin talebi üzerine tebliğe çıkartılarak 14.09.1999 tarihinde kesinleştiği, bu şekilde kesinleştikten sonra da tescil işlemini yaptırmak için tapuya başvurmadığı anlaşılmaktadır.

Hukuk düzeni, malik olan kimseye taşınmazını dilediği gibi kullanma, yararlanma ve tasarrufta bulunma yetkisini tanıdığı gibi ( 743 Sayılı Medeni Kanunun 618/1 ve 4721 Sayılı Türk Medeni Kanununun 583/1. maddeleri ) malik, malını haksız olarak elinde bulunduran kimseye karşı her türlü haksız el atmanın önlenmesini de isteyebilir. Genel yaşam deneyimlerine göre de normal olan bir taşınmazın malikinin tasarrufunda bulunmasıdır. Bu nedenle bir an için …..’ın inanç sözleşmesine icazet vermediğinin kabulü hâlinde, oldukça değerli ve kira gelirleri de yüksek olan taşınmazların çok uzun yıllar boyunca davacı şirket tarafından tasarruf edilmesine ses çıkarmamış olmasının hayatın olağan akışıyla bağdaştırılması mümkün değildir.

Tüm bu nedenlerle; temsil olunan tarafından icazet verildiğinden taraflar arasında geçerli ve bağlayıcı olan inanç sözleşmesi kapsamında delillerin değerlendirilmesi ve sonuca gidilmesi gerekmektedir.

Böyle olunca, bizzat ….. tarafından açılan ferağa icbar davasının ilk oturumunda davacı şirket vekilinin davayı kabul etmesi ve bu davada verilen tescil kararının temyiz edilmeksizin kesinleştirilmiş olması inanç sözleşmesinin bir gereği olarak yapılmıştır. Zira, inanç sözleşmesinde taraflar, sadece taşınmazlar hakkında satış vaadi sözleşmesi yapılması hususunda değil, ileride gerektiğinde tapuca kati olarak devirlerinin de sağlanması mümkün olmak üzere anlaşmışlardır. İnanç sözleşmelerinin yukarıdaki ilkeler çerçevesinde uygulama yeri bulan kendine özgü sözleşmeler olması nedeniyle davacı şirketin o dava sırasında satış vaadi sözleşmesinin inançlı olarak yapıldığı yönünde bir savunma ile temlik işlemine karşı koymaması nedeniyle satış vaadi sözleşmesinin hukukiliğinin kesinleştiğinden söz edilemeyeceği gibi davacının eldeki davada ileri sürdüğü iddiaların da iyi niyet kurallarına aykırı olduğundan söz edilemez.

Hukuk Genel Kurulundaki görüşmeler sırasında, inançlı işlemin belgesi olarak dosyaya sunulan 04.07.1992 tarihli adi belgenin düzenlendiği tarihte …’ın davalıların murisinin vekili olduğuna dair bir vekâletname bulunmadığı gibi nam ve hesabına inanç sözleşmesi yapılan …..’ın bu sözleşmeye sonradan icazet verdiğinin de kabul edilemeyeceği, böyle olunca anılan belgenin geçersiz olduğu, kaldı ki ferağa icbar davası sırasında davacı şirket vekilinin hiç bir çekince ileri sürmeksizin ve taşınmaz bedellerinin de tahsil edildiğini belirterek davayı kabul ettiği, tüm bu olgular bir arada değerlendirildiğinde eldeki davanın kanıtlanamadığı ve direnme kararının Özel Daire bozma kararındaki gerekçelerle bozulması gerektiği yönünde bir kısım üyeler tarafından ileri sürülen görüş kurul çoğunluğu tarafından kabul edilmediği gibi; 04.07.1992 tarihli belgenin bir inanç sözleşmesi niteliğinde bulunmasına ve dosya kapsamındaki delillere göre kendi nam ve hesabına sözleşme yapılan …..’ın bu sözleşmeye icazet verdiğinin anlaşılmasına karşın, davalılar tarafından sözleşme altındaki imzanın …’a ait olmadığı iddia edildiğinden bu iddianın da araştırılması gerektiği yönündeki görüş de mahkeme huzurunda bizzat dinlenen …’ın davalılar murisinin verdiği yetkiye dayanarak inanç sözleşmesinin yapıldığını ve altındaki imzanın kendisine ait olduğunu beyan etmiş olması karşısında, 6100 Sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanununun 211. maddesinde belirtilen şekilde bir imza inkârı bulunmadığı gerekçesiyle Kurul çoğunluğu tarafından kabul edilmemiştir.

Hâl böyle olunca, yerel mahkemenin davanın kabulüne ilişkin olarak verdiği direnme kararı açıklanan gerekçeler karşısında yerindedir.


inançlı işlem dava inançlı işlem dava inançlı işlem inançlı işlem  inanç sözleşmesi dava inanç sözleşmesi dava inanç sözleşmesi avukat inanç sözleşmesi avukat inanç sözleşmesi ankara avukat inanç sözleşmesi ankara avukat  inanç sözleşmesi ankara dava inanç sözleşmesi ankara dava tapu iptali avukat tapu iptali avukat miras avukat miras avukat  tapu iptali ankara avukat tapu iptali ankara avukat  miras ankara avukat miras ankara avukat

Article Categories:
Borçlar Kanunu

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir